İbâdet, Allâh Subhânehu ve Teâlâ’nın sevdiği ve râzı olduğu, zâhirî ve bâtınî bütün fiil ve sözleri içine alan kapsamlı bir isim olup, O’nun emrettiği şeylere bağlanmak ve nehyettiği şeylerden de kaçınmak sûretiyle itaatte bulunarak sevgi ve tâzim ile O’na boyun eğmektir.
📌İbâdetler zâhirî ve bâtınî olmak üzere iki kısımdır. İster zâhirî isterse de bâtınî olsun her türlü ibâdet ancak Allâh’u Teâlâ’ya edilir.
Allâh Subhânehu ve Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Allâh’a ibâdet edin ve O’na hiçbir şeyi şirk koşmayın.” (Nisâ Sûresi 36. âyet meali)
📌Allâh’u Teâlâ’dan başkasına ibâdet etmek şirktir. Fâili de âlim yahut câhil, te’vîl ehli yahut nübüvvetin izlerinin silinmeye yüz tuttuğu bir dönemde yaşayan kimselerden olsun farketmeksizin müşriktir.
📌Zâhirî ibâdetler, dil, beden ve malla yapılan ibâdetlerdir. Namaz, oruç, zekât, hac, kurban, adak ve hüküm istemek gibi ibâdetler zâhirîdir.
📌Bâtınî ibâdetler, kalb ile yapılan ibâdetlerdir. Duâ etmek, yardım istemek, sığınmak ve tevekkül gibi ibâdetler bâtınidir.
📌İbâdetlerin Allâh Subhânehu ve Teâlâ katında kabul edilmesinin üç şartı vardır. Bunlar: İslâm, ihlâs ve mutabaattır. Bu şartlar tamâm olmadan yapılan ibâdetler hiçbir kimseden kabul edilmez.
📌İbâdetlerin geçerli olmasının birinci şartı İslâm’dır. Müslüman olmayan bir kimsenin ibâdet cinsinden yaptığı veya yapacak olduğu herhangi bir amel kendisinden asla kabul edilmez.
Allâh Subhânehu ve Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Erkek veya kadın, her kim mü’min olarak sâlih bir amel işlerse, onu mutlaka güzel bir hayat ile yaşatırız ve mükâfatlarını yapmakta olduklarının en güzeli ile veririz.” (Nahl Sûresi 97. âyet meali)
“Ve kim îmâna küfrederse, gerçekten onun ameli boşa gider ve o Âhiret'te hüsrâna uğrayanlardandır.” (Mâide Sûresi 5. âyet meali)
📌Şirk ve küfür, yapılan ibâdetleri rükünlerine uygun olarak yapılmış olsalar bile geçersiz kılar. Şirk ve küfürden uzak olmayan kimselerin yaptığı hiçbir ibâdet kabul edilmez ve bunlara karşılık olarak mükâfat veya ecir de verilmez.
Allâh’u Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Andolsun, sana ve senden önceki peygamberlere şöyle vahyedildi: Eğer Allâh’a şirk koşacak olursan, şüphesiz amellerin boşa çıkar ve elbette hüsrâna uğrayanlardan olursun.” (Zûmer Sûresi 65. âyet meali)
“Ve o küfredenler, artık yıkım onlar içindir. Ve Allâh, onların amellerini boşa çıkarmıştır.” (Muhammed Sûresi 8. âyet meali)
📌İbâdetlerin geçerli olmasının ikinci şartı ihlâs yani ibâdetin sadece Allâh’u Teâlâ için yapılmasıdır.
Allâh Subhânehu ve Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Ve Dîn'i O'na hâlis kılan hanîfler olarak Allah'a ibâdet etmeleri ve namazı ikâme etmeleri ve zekâtı vermeleri dışında emrolunmadılar.” (Beyyine Sûresi 5. âyet meali)
Rasûlullâh (sallallâhu aleyhi ve sellem) ise şöyle buyurmuştur: “Allâh’u Teâlâ şöyle buyurmaktadır: Ben ortakların şirkten en müstağni olanıyım. Kim bir amel yapar, buna benden başkasını da ortak kılarsa, onu ortağıyla başbaşa bırakırım.” Müslim (2985); İbn Mâce (4202)
📌İbâdetlerin geçerli olmasının üçüncü şartı mutabaat yani Rasûlullâh (sallallâhu aleyhi ve sellem)’in bildirdiği esaslara uygun olarak yapılmasıdır. Aksi halde ibâdet cinsinden yapılan hiçbir amel ibâdet olarak kabul edilmez.
Allâh Subhânehu ve Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Ve Rasûl size ne verirse, artık onu alın ve sizi neden nehyederse, artık ona nihâyet (son) verin (sakının). Ve Allah'a takvâ edin. Muhakkak ki Allah'ın ikâbı (azâbı) şiddetlidir” (Haşr Sûresi 7. âyet meali)
Rasûlullâh (sallallâhu aleyhi ve sellem) ise şöyle buyurmuştur: “Her kim, dînimizde olmayan bir amel işlerse, işlediği o amel merdûddur.” Buhârî (2697); Müslim (1718)
📌Rasûlullâh (sallallâhu aleyhi ve sellem)’den sonra dîne ilâve edilmeye çalışılan her amel bid’âttır. Zîrâ bid’ât, sonradan ortaya konulan ve Allâh’a daha çok ibâdet etmek maksadını taşıyan dîn görünümlü bir yoldur.
📌Bid’âtın, hasene ve seyyie gibi kısımları yoktur. Her bid’ât sapıklık ve her sapıklıkta ateştedir. Rasûlullâh (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: “Sözlerin en hayırlısı Allâh’ın Kitâbı’dır. Yolların en hayırlısı da Muhammed’in yoludur. İşlerin en kötüsü sonradan çıkarılandır. Her bid’ât sapıklıktır. Her sapıklıkta ateştedir.” Müslim (867); Nesâî (1578)
📌İbâdetler, ancak Kur’ân ve Sünnet’ten bir delîl ile sâbit olur. Aklın bunda hiçbir payı yoktur. Kur’ân ve Sünnet’ten delîli olmayan şey, ibâdet olarak kabul edilmez. Kendisiyle de hiçbir sûrette amel edilmez. Rasûlullâh (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: “Her kim, dînimizde olmayan bir şey ihdâs ederse (uydurursa), ihdâs ettiği o şey merdûddur.” Buhârî (2697); Müslim (1718)
Ve andolsun ki, sana ve o senden öncekilere vahyedildi ki: 'Eğer şirk koşarsan, elbette amelin boşa gider ve elbette hüsrâna uğrayanlardan olursun.' (Zümer Sûresi 65. âyet meali)
📌Duadâ Şirk:
Bu Allah’dan başkasından, peygamberler veya evliyâdan, rızık, hastalıklara şifâ ya da buna benzer şeyler talep ederek duâ etmektir.
Zîrâ Allah Celle ve Â'lâ kitabında: “Ve Allah'ın dışında sana menfaat sağlamayan ve sana zarar vermeyene duâ etme. Fakat (böyle) yaparsan, o takdirde muhakkak ki sen o zaman zâlimlerdensin.” (Yûnus Sûresi 106. âyet meali) buyurmaktadır.
Burada “Zâlimler”, “Müşrikler” anlamındadır.
📌Niyet ve Arzuda Şirk:
Bir kişinin amelinde, genelde ve ayrıntıda Allah’tan başkasına yönelmesidir. Buna “Îtikâdda şirk” denir.
“Kim dünyâ hayatını ve ziynetini/süsünü murâd eder ise, orada onlara amellerini îfâ ederiz ve onlar orada eksikliğe uğratılmazlar. İşte onlar, onlar ki, kendileri için Ahîret'te ateşten başkası yoktur. Ve orada yaptıkları boşa gitmiştir. Ve amel etmiş oldukları bâtıldır.” (Hûd Sûresi 15.16. âyet meali)
📌Sevgide Şirk:
Bu da Allah ile birlikte başkasını da Allah’ı sevdiği gibi veya daha çok ya da daha az sevmektir. Çünkü sevgi, insanın ihlâsla boyun eğmesinin sebebidir.
Allah Celle ve Â'lâ kitabında: “Ve insânlardan kimi (Yani arab müşrikleri), Allah'tan başkasını endâdenler (Ortaklar/İlâhlar) ediniyorlar da onları Allah'ı sever gibi seviyorlar. Ve o îmân edenlerin Allah'a sevgisi daha şiddetlidir.” (Bakara Sûresi 165. âyet meali) buyurmaktadır.
📌İtaatte Şirk:
Allah’tan başkasını “Teşri” kanun koyma ve hükümde ortak tutmaktır. Zirâ hüküm, yalnızca Allah’a has bir haktır.
Allah Celle ve Â'lâ şöyle diyor: “Hüküm ancak Allah’ındır.” (Yûsuf Sûresi 40. âyet meali)
Âlimlerine veya şeyhlerine, Allah’a isyân sayılan bir ameli helâl sayarak uyanlar bu sınıftandırlar.
Bu konuda da Allah: “Onlar ahbârlarını ve ruhbânlarını Allah'ın dışında rabbler edindiler” (Tevbe Sûresi 31. âyet meali) buyurmaktadır.
(Ruhbân nasrânilerin âlimleri ve ahbâr yahûdilerin âlimleridir." (eş-Şevkânî, Fethu'l Kadîr, S.567)
Allah’ın Rasûlü bu âyeti Adiy b. Hatem için Tirmizî’deki sahih hadis ile şöyle açıklamaktadır: “Hristiyanlar ve Yahûdiler, âlimlerine, helâli haram, haramı da helâl kılmalarında itaat ediyorlardı.”
Kim Allah’tan başkası için şeriat koyma hakkı tanırsa, Allah’a isyân ile küfre girmiştir.
Çünkü Allah Celle ve Â'lâ şöyle buyuruyor: “Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse, o takdirde işte onlar, onlardır kâfirler” (Mâide Sûresi 44. âyet meali)
Emir ve yasaklama hakkı, sadece Allah’ındır: “Dikkat edin, yaratma ve emir O'nundur.” (A’râf Sûresi 54. âyet meali)
“Yaratma ve emir O'nundur” demek, bu hakkın başkasına nispet edilemeyeceğine işarettir. Kim, yaratmayı veya bir işi Allah’tan başkasına nispet ederse, en büyük şirki işlemiş ve İslâm’dan çıkmıştır. Aynı şekilde, Allah tüm kâinatın yaratıcısı ve bu kâinatları, nimetleriyle terbiye edicidir. Yalnız O, yarattıklarında tüm tasarruf haklarına sâhiptir. Yarattıkları için en iyi olanın ne olduğunu en iyi bilen de sadece O’dur. O’ndan başkası hiçbir şey yaratmamıştır. Allah’tan başkası hiçbir şey yaratamadığı için, kendi benliğinde gizli olan en küçük şeyi dâhi bilemez. Bunu bilemediği hâlde yaratılmışlara en uygun ve yararlı olanın ne olduğunu nereden bilecektir? Bu sebeple insanlar tarafından konulan bütün kanunlar bâtıldır. Hiçbirisiyle hüküm vermek câiz değildir. Çünkü hüküm koyma hakkı ancak Allah’ındır, O’ndan başkasının hükmetme hakkı asla yoktur. Allah Celle ve Â'lâ, Allah’dan başkasının kanunlarıyla hükmetmeye “Câhiliyye hükümleriyle hükmetme” adını vermiştir. Allah Celle ve Â'lâ böylece, kendi hükmünden daha hayırlı ve daha yüce bir hükmün olmadığını haber vermiştir.
📌Tasarrufta Şirk:
Bu, peygamberlerin ve evliyâların, kainatta tasarruf kudretleri olduğuna inanmaktır. Bu, peygamberler ve sâlih insanların güzel mevkilerini inkâr etmek ve görmemezlikten gelmek anlamına gelmez. Fakat sakıncalı olan, bunlara Allah’ın özel haklarından olan kudret, tasarruf, yarar ve zarar verme gibi sıfatları vermektir. Allah müşriklere sorduğunda: “Ve emri kim tedbîr eder? O vakit diyeceklerdir ki: Allah.” (Yûnus Sûresi 31. âyet meali)
📌Korkuda Şirk:
Allah’tan başkasının zarar ve yarar verdiğine inanmak veya korkuda başkalarını Allah’a denk görmektir. Örnek vermek gerekirse: Ölülerin, sağ olanlara zarar vermesinden korkmak yâhut vâcip olan amelleri terk etmeye neden olacak kadar bir otoriteden korkmak gibi. Ancak doğal olan korkmaya gelince, yırtıcı bir hayvan gibi veya bir zâlimden korkmak şeriatte câizdir (Şirk değildir.) Çünkü Allah Celle ve Â'lâ, Nebisi Mûsâ’yı (Aleyhisselâm) şu âyette korkmakla vasfetmiştir. “Böylece oradan korkarak, gözetleyerek çıktı” (Kasas Sûresi 21. âyet meali) Burada, meşru olan korku, insanın Allah’dan korkmasıdır. Esas korku da budur.
📌Tevekkülde Şirk:
Tevekkül, kulun işlerini Allah’a havale etmesi, dilediğinin elde edilmesi için Allah’a güvenmesidir.
Allah Celle ve Â'lâ: “Ve O ölmeyen Hayy'a tevekkül et.” (Furkân Sûresi 58. âyet meali) buyurmaktadır. Bunun için Allah’tan başkasına tevekkül etmek câiz değildir. Şirk olan tevekküle gelince: Ancak Allah’ın kudreti dahilinde olan şeylerde Allah’tan başkasına kalpten tevekkül edip bağlanmaktır veya yaratılmış birinin Allah’tan başka rızık vereceğine veya rızkı keseceğine inanmaktır. Büyük şirk hakkında sözlerimize son vermeden önce, burada insanları uyarmamız gereken birçok konudan bazısına değinmek yerinde olacaktır. Bu değineceğimiz konular, çok tehlikeli oldukları hâlde, bunu söyleyen ve işleyenlerin birçoğu Allah’a şirk koştuklarının farkında değillerdir.
Şifayı doktora veya ilaca bağlamak. Din ve dünya işlerinde başarılı olmayı kulun zekâsı, gayreti ve içtihâdına bağlamak. Kulların kanun koyabileceklerine dâir inanış. Ölüm nedenlerini, trafik kazâlarına veya yanlış ilaç kullanımına bağlamak gibi işlerdir. Bu ve benzeri şirk sözleri ve amelleri çoktur. Müslümanlar bunları bilip sakınmalıdır.
O ki, beni yaratan ve O bana hidâyet verendir. Ve O ki, O beni yediren ve içirendir. Ve hastalandığımda O bana şifâ verendir. Ve O ki, beni öldürür, sonra bana hayat verir. (Şu’arâ Sûresi 78-81. âyet meali)
Tevhîd, Allah’ın kulları üzerindeki hakkıdır. Dinin en büyük emri. Bütün asılların aslı ve amellerin esâsıdır. Kur'ân ve Sünnet'in delâlet ettiği, üzerinde ümmetin selefinin icmâ ettiği Tevhîd üç kısımdır:
📌1. İsim (Esmâ) ve Sıfat Tevhîdi
Azâmet, celâl, cemâl gibi vasıflara tüm vecihlerden en mükemmel biçimde yalnızca Allah’ın sâhip olduğuna itikadtır. Hiçbir şekilde hiçbir varlığın bu vasıflarda O’na ortak olmadığını ve olamayacağını kabul etmek demektir. Bunun yolu da Allah ve Rasûlü’nün kabul ettiği bütün sıfatları, isimleri mana ve hükümleri ile Kitap ve sünnette bildirildiği biçimde ve Allah’ın azâmet ve celâline uygun olacak şekilde kabul etmektir.
Esmâ ve sıfat hususundaki bu kabulde Nefy (Olumsuzlama) Ta’tîl (İşlevsiz kılma) Tahrif (Bozup değiştirme) ve Temsil (Benzetme)'den kaçınmak gerekmektedir. Allah’ın ve Rasûlü’nün reddettiği eksiklik, ayıp, kusur gibi Allah’ın kemâline aykırı vasıfların kabul ve ikrar edilmeyip reddedilmesi de esmâ ve sıfat tevhîdinin gereğidir.
📌2. Tevhîd-i Rubûbiyye / Rubûbiyyet Tevhîdi
Allah’ın fiillerinde (Yaratmak, rızık vermek, işleri çekip çevirme gibi) birlenmesidir. Bu kâfirlerin ve müşriklerin kabul ve ikrar ettikleri tevhîd'dir. Bununla birlikte İslâm’a girmiş olmazlar.
Delil: “De ki: 'Semâ ve Arz'dan sizi kim rızıklandırıyor? Yâhut kulak ve gözlerinize mâlik olan kim? Ve kim meyyittten(ölüden) diriyi ihrâc eder (çıkarır) ve diriden meyyiti ihrâc eder? Ve emri kim tedbîr eder?' O vakit diyeceklerdir ki: 'Allah.' Artık de ki: 'Daha takvâ etmiyor musunuz?” (Yunus Sûresi 31)
De ki: 'Arz ve içindekiler kimindir, eğer siz ilmedenler (bilenler) iseniz? Diyeceklerdir ki: 'Allah'ındır.' De ki: 'Daha tezekkür etmiyor (düşünmüyor) musunuz? De ki: 'Kim yedi semânın Rabbi ve azîm Arş'ın Rabbi? Diyeceklerdir ki: '(Bunlar da) Allah'ındır.' De ki: 'Daha takvâ etmiyor musunuz? De ki: 'Her şeyin melekûtu kimin elinde ve O korur ve Kendisi korunm(aya ihtiyâcı olma)z eğer siz ilmedenler iseniz? Diyeceklerdir ki: 'Allah'ındır.' De ki: 'Öyleyse nasıl sihirleniyorsunuz?” (Mü’minûn Sûresi 84, 89)
Benzeri buyruklar çoktur
📌3. Ulûhiyyet / İbâdet Tevhîdi:
Ulûhiyyet tevhîdi ilk Rasûl’den sonuncusuna dek tüm peygamberlerin dâvetidir. Kulların Allah (Azze ve Celle)'yi kendi fiilleri ile birlemeleridir. İlâhlık ve ibâdet edilme hakkına sâhip olanın yalnızca Yüce Allah olduğunu kabul ve itiraf etmek, bütün ibâdet çeşit ve şekilleri ile (Duâ, Havf, Haşyet, İstiâne, İstiâze, Muhabbet, İnâbe, Adak, Kurban, Rağbet, Rahbet, Huşu, Tezellül, Ta’zim) Allah azze ve celle’yi birlemek, dini O’na hâlis kılmak demektir.
Tevhîdin bu kısmı diğer iki kısmını da kapsar
De ki: 'O, Allah'tır, Ahad'tır' (İhlâs Sûresi 1) Tüm mükemmellik, yücelik, celâl, cemâl, hamd, hikmet, rahmet ve bundan gayrı kemâl sıfatları ile tek olan. Böyleyken bunlarda O'nun bir eşi ve benzeri yoktur. O'nun eşi ve benzerinin olması hiçbir şekilde mümkün değildir. Bu itibarla O hayât (sıfat)ında, kayyumiyyetinde, ilminde, kudretinde, azametinde, celâlinde, cemâlinde, hamdinde, hikmetinde, rahmetinde ve bundan gayrı sıfatlarında (Ahad)'tır, Tektir. (Behcetu Kulûbi'l-Ebrar, 291)
📌Kelime-i Tevhid, yer ve gökler kendisiyle ayakta duran, Allah'ın tüm mahlukatın fıtratına yerleştirmiş olduğu, dinin ve kıblenin esâsı olan, uğruna cihâd kılıçları çekilen, tüm kulları üstünde sadece Allah'ın hakkı olan, bu dünyada canı, malı ve nesli koruyan, kabir azâbından ve cehennem ateşinden kurtaran bir söz; ancak kendisiyle cennete girilebilen bir ferman, kendisine sarılmayanın Allah'a ulaşamadığı bir halattır. O, teslimiyet sözüdür, selâmet yurdunun anahtarıdır. İnsanlar o söze göre şâki ve sâid, makbul ve merdûd diye ayrılırlar. Diyâr-ı İslâm, diyar-ı küfürden; nimetler yurdu, kötülük ve alçaklık yurdundan o sözle ayırt edilir. O söz, hem farzların hem sünnetlerin dayandığı esas sütundur:
"Son sözü 'Lâ ilâhe illallah' olan kişi cennete girer.' (Ahmed bin Hanbel, V, 233, 247; Hakim, 1, 351, 500)